Type a search term to find related articles by LIMS subject matter experts gathered from the most trusted and dynamic collaboration tools in the laboratory informatics industry.
Makale serilerinden |
Türkiye'deki azınlıklar, etnik ve dinî azınlıklar olarak ikiye ayrılmaktadır. Türkiye birçok etnik grubu barındıran bir ülkedir. Nüfus sayımlarında 1965'ten bu yana etnik köken sorulmadığı için bir etnik kümenin nüfusunun ne kadar olduğunun tam olarak tespiti yapılamamaktadır. Bazı kişi ve gruplar tahminler yapsalar da genelde objektif kalmayı başaramamaktadırlar.[1] Osmanlı İmparatorluğu gibi geniş topraklara yayılan ve yüzlerce yıl hüküm süren bir imparatorluğun 20. yüzyıl başında çöküşü sonrasında, imparatorluğun çeşitlilik gösteren demografik mirası içinden bazı etnik gruplar Türkiye'de yaşamaya devam etmişlerdir.
Türkiye Cumhuriyeti'nde Lozan Barış Antlaşması ve Türkiye ile Bulgaristan Arasındaki Dostluk Antlaşması hükümlerine göre azınlık oldukları kabul edilen Rum, Ermeni, Musevi ve Bulgar'lardan başka azınlık yoktur.[2][3] Ankara 13. İdare Mahkemesi, 18.06.2013 tarih, 2012/1746 esas ve 2013/952 kararla, ilk kez Süryanilerin Lozan’da azınlıklar için tanınan haklardan istifade edebileceği kayıt altına alınmıştır: "Lozan’da azınlıklar için gayrimüslim Türk vatandaşları denmiş, bunların kimler olduğu ayrıca belirtilmemiştir. Gayrimüslim Türk vatandaşı olan Süryanilerin, Lozan’ın 40 ve 41. maddelerinde diğer azınlıklara verilmiş haklardan yararlanması gerekir. Davalı idarenin dayandığı kısıtlayıcı yasa hükümleri burada geçersizdir. Çünkü Anayasa’nın 90/5. maddesine göre kanunlar ile Lozan gibi temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmaların çatışması halinde antlaşma hükümleri esas alınır."[4][5]
Osmanlı İmparatorluğunda ve o dönemin yapısında topluma dini bir bakış hakimdir. Toplum, temelde müslümanlar ve müslüman olmayanlar (gayrimüslim) olarak ikiye ayrılmıştır. Farklı müslüman cemaatler, tekkeler etrafında örgütlenirken diğerleri de kilise ve sinagoglar aracılığı ile varlığı sürdürdü. Özellikle İstanbul'un Fethi sonrası, Fener Rum Ortodoks Patrikhanesini devletçe tanınması, Rum II. Gennadios'u patrik olarak ataması ve aynı şekilde zaten daha önceden 2. Osmanlı Sultanı Orhan Gazi tarafından korunarak ilk başkent Bursa'ya getirilen Ermeni cemaatini, bu kez yeni başkent İstanbul'a benzer ayrıcalıklarla taşınması, Ermeni I. Hovagim'nin patrik ilan edilmesi Osmanlının azınlıkların dini işlerine karışmadığının göstergesidir. Gayrimüslimler bu dini hoşgörünün yanında eğitim ve yargı alanlarında da özerk bir yapıya kavuşturuldular. Böylece kendi okullarını ve yargı sistemlerini, imparatorluk içinde kurabildiler. Bu esnek yapıyı ve daha sonra ülkenin kolayca dağılmasında oynadığı rolü Amerikalı tarihçi Stanford Shaw şu şekilde anlatmakta;
"Osmanlılar baştan beri, fethettikleri ülkelerin Hristiyan ve Yahudi halklarını ne köleleştirmeye, ne de din değiştirmeleri için zorlamaya çalışmışlardır. XIX. ve XX. yüzyılın başında Osmanlı azınlıklarınca çıkarılan sorunlar, Osmanlı İmparatorluğu'nun önceki beş yüz yıl boyunca onlara karşı uyguladığı hoşgörülü yönetimin sonuçlarıdır." [6]
Bu hoşgörülü tutumun yanında özellikle gayrimüslimler için bazı ayrı kurallar da mevcuttur. Askere alınmaktan muaf olan gayrimüslimlerin ödemesi zorunlu olan cizye vergisi bir örnektir. Kimi kurallar ise asimile edici sayılabilir. Devşirme sistemi için ailelerinden koparılan çoğunluğu hristayan çocuklar, müslümanlaştırılarak yeniçeri ocağına, aralarındaki yetenekliler de enderun mektebine gönderilirdi. Bunun dışında farklı padişahlar tarafından alınan kararlar ile giyinmeleri ve ev, dini yapılar gibi mimarlık konularında kısıtlamalarla karşılaşmıştırlar. Örneğin minarelerden daha uzun olduğu için top ateşiyle çan kulesi yıktırılan Diyarbakırdaki Surp Giragos Ermeni Kilisesi.
Osmanlı devleti gayrimüslimler açısından Yunan, Ermeni ve Yahudi olmak üzere milel-i selase (3 millet) adı verilen 3 ayrı azınlığı esas olarak kabul etmekteydi. Bu sistem içinde Bulgarlar ve Sırplar gibi Hristiyan Balkan ulusları Yunan, Süryani gibi Anadolu kökenli diğer azınlıklar da Ermeni sayılıyordu. Bu şekilde Yunan ve Ermeni ulusları diğer uluslar üzerinde bir hakimiyet ve kısmi asimilasyon politikası uygulayabiliyordu.
Fransız İhtilali (1789) ile ortaya çıkan milliyetçilik düşüncesi özellikle 19. yüzyılda önce Balkanları, 20. yüzyıl başlarında ise imparatorluğun Asya bölümlerinin etkisi altına almıştır. İmparatorluk içinde yaşayan uluslararasında, kendi kendini yönetme istediği aşılayan bu akım, günümüzde hala varlığını devam ettiren Yunanistan, Bulgaristan, Ermenistan gibi birçok ulus devletin doğuşuna neden olmuştur. Bu süreci engellemek isteyen padişahlar çeşitli yenilik hareketlerine başvurmuşlardır. Osmanlı İmparatorluğunun bu dönemi sırasıyla Tanzimat, Birinci Meşrutiyet ve İkinci Meşrutiyet devirleri olarak adlandırılır. Özellikle Tanzimat döneminde çıkarılan Islahat Fermanı ile devlet içinde müslüman-gayrimüslüman ayrımı kanunen son bulmuştur.
İlerleyen yıllarda görüldü ki yapılan bu siyasi reformlar, azınlıkların milliyetçilik duygularını köreltememiştir, buna birde dönemin süper güçleri arasında yaygınlaşan sömürgecilik politikaları eklenince imparatorluk savaşların ve kitlesel göçlerin odağı durumuna gelmiştir. Bu göçler ana hatlarıyla Anadoludaki Hristiyanların, Anadolu dışına doğru; Balkanlardaki ve Kafkaslardaki Müslümanların ise Anadoluya doğru akınları şeklinde gerçekleşmiştir. Bunun sonucunda mevcut azınlıklar arasında Ermeniler gibi sayıca çok azalanlar olduğu gibi, Çerkes ve Kırım Tatarı gibi yeni müslüman azınlıklar Anadoluda artmıştır.
İlk önceleri Osmanlıcılık politikası ise imparatorlukta yaşayan insanlar arasında müslüman-gayrimüslim ayrımını kaldırmayı, tek ve ortak bir Osmanlı milletini fikrini savunan siyasi gruplar olsa da, bu eşitlikçi akım azınlıklar tarafında çok da gerçekçi bulunmadı ve destek görmedi. İmparatorluktaki azınlıkların bağımsızlık kazanması ve Osmanlıya karşı savaşa girmesiyle de, Türkler arasında da azınlıkların millî görüşlerine benzer eşitçi olmayan tek bir etnik gruba dayalı Turancılık gibi siyasi fikirler yayıldı.
Savaş sonrası, Kıbrıslı Türk ve Rumlar arasında yaşanan etnik gerilim bir yansıması olarak Türkiye-Yunanistan ilişkileri de gerilmiştir. Bu atmosferde gerçekleşen 6-7 Eylül Olayları özellikle İstanbul Rumlarının büyük oranda şehri terk etmesiyle sonuçlanmıştır.
Türkiye Cumhuriyetin kuruluşunu resmi olarak tüm dünyaya duyuran Lozan Antlaşması'nda azınlık olarak belirtilen gruplar, Osmanlı geleneğinde geldiği şekilde Rumlar, Ermeniler ve Yahudilerdir. Diğer gruplar azınlık olarak kabul edilmez. Azınlık olarak sayılan bu gruplar ilkokul ve lise eğitimini bu antlaşmayla da güvence altına alındığı gibi kendi okullarında verebilmektedir.[7][8][9][10]
Lozan antlaşması ve bu antlaşmadaki azınlıklar ile ilgili maddeler ile Türkiye Cumhuriyeti, katı bir şekilde ülkede yaşayan azınlıklarını belirlemiştir. Diğer etnik grupları ise Türk saymıştır. Lozan antlaşmasıyla gerçekleşen bir diğer olay da Türk-Yunan Nüfusu mübadelesidir. Antlaşma gereği yaklaşık olarak 1.200.000 Anadolu Rumu ülkeden ayrılırken yerine 500.000 Müslüman Yunanistan Türkü Türkiye'ye göç ettirilmiştir. Konu iki devlet arasında Etabli sorununu kesin olarak çözen 1930 Ankara Antlaşmasına kadar tartışma konusu olmaya devam etmiştir. Devletin yeni kurulduğu bu dönemde özellikle azınlık isyanlarıyla da karşılaşılmıştır. Bu dönemde patlak veren bağımsız bir Süryani devleti kurma gayesi olan Nasturi Ayaklanması ile Şeyh Said ve daha sonrasında Ağrı ayaklanmaları gibi bağımsız bir Kürt devleti amaçlayan isyan faaliyetleri bastırılmıştır.
1930'larda yaşanan gelişmeler ise Avrupa'da yükselen Yahudi düşmanlığı fikrinden etkilenen Türkiye'de Trakya Olayları diye anılan ülkenin Yahudi vatandaşlarının mülklerinin yağmalandığı olayların yaşanmasındır. Ayrıca 1935 yılında Atatürk tarafından çıkarılan azınlık milletvekili kontenjanları ile azınlıklar gruplarının mecliste temsili garantilenmiştir. V. dönem TBMM milletvekillerinden (1935-1946) Mihal Kayakoğlu, Abravaya Marmaralı, İstamat Zihni Özdamar, Nikola Taptas ve Berç Keresteciyan Türker bu dönemin ilk milletvekilleridir. Aynı dönemde çıkarılan Vakıflar Yasası ile, vakıfların mal ve mülk edinme hakları oldukça kısıtlanmıştır. Bu kanundan azınlık vakıfları da oldukça etkilenmiştir.
II. Dünya Savaşı'nda Nazi işgali yaşamamış, sıcak savaşa girmemiş Türkiye, bu dönemi yine de sıkıntılarla atlatmıştır. Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün savaşa hazır olmak adına topladığı Varlık Vergisi, azınlık ya da Türk tüm orta sınıfı ağır şekilde etkilemiştir.[kaynak belirtilmeli] İstenen vergiyi ödeyemeyen vergi mükellefleri Aşkale gibi çalışma kamplarına gönderilmiştir. Hitler'den kaçan Yahudiler (1933-1945 senelerinde Türkiye'ye sürgün), Stalin tarafından 1944 yılında sürülen Kırım Tatarları, Çerkezler ve Ahıska Türklerinin bir kısmı Türkiye'ye gelip yerleşmiştir.
Mart 2018 itibarıyla Türkiye'de 169.919 kayıtlı Afgan sığınmacı vardır.[11] Suriyeli sığınmacılar hariç tutulduğunda Türkiye'deki sığınmacıların %40'ını Afganlar oluşturmaktadır.[12]
Türkiye'deki Almanların sayısı 50.000 civarındadır.[kaynak belirtilmeli]
Türkiye'de üçüncü büyük nüfusu Araplar oluşturuyor.[13][14] Türkiye nüfuslarına bakıldığında Alevi nüfusu ile birlikte 2.6 milyon olduğu görülüyor.[14] Türkiye'deki Arapların çok büyük bir kısmı Sünni Müslümandır. Hatay, Adana, Mersin gibi illerde yaşayan Arapların büyük bir kısmı Nusayri Alevisidir ama bu illerde Sünni Araplar da yaşamaktadır. Ayrıca Hatay'da bir Hristiyan Arap mahallesi ve Antakya merkezde de birkaç yüz Hristiyan Arap bulunmaktadır. Türkiye'de Araplar daha çok Batman, Bitlis, Mardin, Şanlıurfa, Gaziantep, Hatay, Adana, Mersin, Muş, Siirt ve Şırnak gibi illerin merkez ve köylerinde yaşamaktadırlar.
Türkiye'de kaç Arnavut olduğu konusunda kesin bilgi yoktur, nüfus müdürlüklerinde etnik kimlik kaydı yapılmadığından dolayı, gayriresmî olarak bu sayının 3.200.000 - 4.300.000 arasında olduğu tahmin edilmektedir. Ancak, bu göreceli rakam içinde kimliğini koruyanların sayısı düşüktür ve bu nüfusun ne kadarının Arnavut kimliğini benimsediği belirsizdir.[15] Ethnologue web sitesi, 1965 sayımına göre Türkiye'deki Arnavutların sayısını 1.965.000 olarak belirtmektedir.[16] Arnavutların çeşitli tarihlerde Türkiye’ye büyük göçleri olmuştur. Bunlar genelde Balkanlar’daki karışıklıklar zamanında olmuştur. 1877-78 yılında meydana gelen Osmanlı-Rus Savaşı’nda ya da daha önceden göçler olduğu bildirilmekteyse de buna dair herhangi bir tarihî kaynak bulunmamaktadır. Bilinen en büyük göçün 1912 yılı dolaylarında Balkan Savaşları’ndan sonra olduğu tarihî kaynaklarda belirtilmektedir.[17] Osmanlı İmparatorluğu’nun bu savaşta yenilmesinden sonra Sırpların kontrolüne geçen Kosova’dan büyük bir göç yaşanmıştır. Ancak, bu göç içinde Arnavut nüfusun yanında, Kosovalı Türk nüfus da büyük bir oran tutmaktadır. Daha sonraki ikinci büyük göç 1924 yılında Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi kapsamında Türkiye'ye Güney Epir'den ve Ege Makedonyası'ndan gönderilen Arnavutlardan oluşmaktadır, Balkanlar’daki karışıklıklar ve Yugoslavya’nın özellikle Müslüman topluluklara uyguladığı baskılar devam ettiği için II. Dünya Savaşı sonrası Yugoslavya'dan (bugünkü Kosova ve Kuzey Batı Makedonya) göçler devam etmiştir. 1945'ten günümüze kadar hâlâ artan ve azalan oranlarda göçler yaşanmaktadır.
Türkiye'deki Avustralyalıların sayısı 12.000 civarındadır.[18]
Looklex Encyclopaedia, Türkiye'deki Azerbaycanlı Türklerin sayısını 800.000 olarak vermektedir.[19]
Türkiye'deki Boşnakların sayısı ile ilgili tahminler 100.000 ile 2.000.000 arasında değişmektedir.[kaynak belirtilmeli]
Türkiye'deki Britanyalıların sayısı 34.000 civarındadır.[20]
Türkiye'deki Bulgarlar, tarihsel olarak Doğu Trakya, İstanbul ve Marmara Bölgesinin doğusu ve güneyinde bulunurlardı. Bugün İstanbul'daki Ortodoks Bulgar nüfusu 450 bireye kadar inmiştir.[21]
Türkiye'deki Çeçenlerin sayısı 100.000 civarındadır.[22]
Türkiye'deki Çerkesler, 19. yüzyılda Çerkesya'nın Rus İmparatorluğu tarafından ele geçirilmesinden sonra başlatılan Çerkes Sürgün ve Soykırımı ardından Kuzey Kafkasya'dan Osmanlı İmparatorluğu topraklarına sürülen Çerkeslerin Türkiye sınırlarında kalan kısmıdır. Türkiye'deki Çerkeslerin sayısı ile ilgili tahminler değişmektedir, ancak genel kanı Türkiye'de yaklaşık 2.000.000 Çerkes yaşadığıdır.[23][24][25][26][26][27][28][29][30][31]
Türkiye'de yaklaşık 500.000 Çingene yaşamaktadır.[32][33][34][35]
Türkiye'deki Ermenilerin sayısı ile ilgili tahminler 40.000 ile 76.000 arasında değişmektedir (Hemşinliler dahil edilmemiştir).[36][37]
Türkiye'de yaklaşık 500.000 İranlı yaşamaktadır.[kaynak belirtilmeli]
Türkiye'de Gürcülerin sayısı ile ilgili tahminler 1.000.000[38] ile 3.000.000[39] arasında değişmektedir.
Türkiye'de 2021 sonu itibarıyla ikamet eden 322 bin civarında Iraklı bulunmaktadır.[40]
Türkiye'deki Japonların sayısı 1,727 civarındadır.[41]
Türkiye'deki Hollandalıların sayısı 15.000 civarındadır.[kaynak belirtilmeli]
Türkiye'deki Kanadalıların sayısı 1.100 civarındadır.[42]
Yalnızca Eskişehir'de 150.000 Kırım Tatarı'nın yaşadığı düşünülmektedir.[kaynak belirtilmeli]
Kürtler, Türkiye'deki en büyük etnik azınlıktır. Yoğun olarak Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu bölgesinde olmakla birlikte ülkenin diğer tüm bölgelerinde yaşamaktadırlar. Türkiye Kürtlerinin toplam nüfusu 12.000.000 ile 22.000.000 arasında[43][44][45] olduğu çeşitli kaynaklarda geçmektedir.
Türkiye'deki Lazların sayısı ile ilgili tahminler 150.000 ile 1.000.000 arasında değişmektedir.[46][47][48][49][50][51][52][53][54]
Türkiye'de yaklaşık 4.000 Polonyalı yaşamaktadır.[kaynak belirtilmeli]
Türkiye'deki Pomakların sayısı 600.000 civarındadır.[55]
Türkiye'deki Rusların sayısı 50.000 civarındadır.[kaynak belirtilmeli]
1965 sayımına göre 6.599 Türkiye vatandaşı anadil olarak, 58.802 kişi de ikinci dil olarak Sırpça konuştuğunu beyan etmiştir.
Türkiye'deki Suriyelilerin sayısı 3,5 milyon civarındadır.
Türkiye'deki Süryanilerin sayısı ile ilgili tahminler 15.000 ile 25.100 arasında değişmektedir.[56][57]
Türkiye'de günümüzde 2.000 ila 4.000 Rum yaşamaktadır.[kaynak belirtilmeli]
Türkiye'deki Zazaların sayısı ile ilgili tahminler 1.000.000 ile 2.000.000 arasında değişmektedir.[58]
Türkiye'deki ana dinî inanç Sünni İslam'ın bir kolu olan Hanefi mezhebidir. Bunun dışındaki İslami mezheplere ya da diğer dinlere inananlar veya hiçbir şeye inanmayanlar, Türkiye'de yaşayan dinî azınlıkları oluşturur.
İslam'dan sonra ülkedeki en yaygın gruptur. Ülke nüfusunun yaklaşık %2'si ateisttir.[59]
Konda araştırma şirketinin yapmış olduğu 2008-2018 yıllarındaki araştırmaya göre açıkça kendini ateist olarak tanımlayanların oranı %1'den %3'e, kendini ateist olarak değil sadece inançsız olarak belirtenlerin oranı %1'den %2'ye yükselmiştir.[60] Bir başka araştırma firması olan MAK Danışmanlık'ın 2017 tarihli araştırma sonuçlarına göre ülkedeki ateist oranı %4, deistlerin oranı %6'dır.[61]
Türkiye, Bahailik inancındaki önemli topraklardan biridir.[62] Bahailerce "tanrı mahzarı" olarak görülen Mirza Hüseyin Ali (Bahaullah) Edirne ve İstanbul'da bir süre kalmıştır.[63][64] Türkiye'de kaç Bahai olduğu tam olarak bilinmemekle beraber, tahminler 10,000,[65] 19,618,[66] 20,000,[67] 21,000[68] arasında değişmektedir. Ayrıca, Türkiye'de yaklaşık 100 adet Bahai Ruhani Mahfili bulunmaktadır.[69]
İki ana Katolik kilisesi vardır. Bunlardan biri Batı Kilisesinin (yani Batı Roma İmparatorluğu kökenli olan) bir kolu olan Latin Kilisesidir. Bu kilisenin en önemli parçası Roma Katolik Kilisesidir. Papa bu kilisenin aynı zamanda diğer Katolik kiliselerinin de ruhani lideridir. Bu yüzden bu kiliseye yalnızca Katolik Kilisesi de denir. Diğer Katolik kiliseler ise aslında Ortodoks (Örnek:Yunan Katolik Kilisesi) ya da Doğu Ortodoks (Örnek:Ermeni Katolik Kilisesi) olup zamanla papalığın otoritesini tanıyan kiliselerdir. Bu kiliseler Doğu Katolik Kiliseleri olarak adlandırılır. Türkiye'deki başlıca Katolik kiliseleri şunlardır;
İzmir Katolik Başpiskoposluğu (Archidioecesis Smyrnensis): Merkezi Aziz John Katedrali, İzmir
İstanbul Katolik Kilisesi (Vicariatus Apostolicus Istanbulensis): Merkezi Saint Esprit Kilisesi, İstanbul
Anadolu Katolik Kilisesi (Vicariatus Apostolicus Anatoliensis): Merkezi İskenderun Katolik Kilisesi, İskenderun
Katoliklikte olduğu gibi Ortodoks Kilisesinde de iki ana grup vardır. Bunlar ilki Hristiyanlığın ilk 7 konsilinden sadece ilk 3'ünü tanıyan daha sonra ayrılan Oryantal Ortodokslar diğeri ise 1054 yılında İstanbul Patriği ve Romadaki Papa'nın birbirlerini aforoz etmesi sonucu yaşanan Doğu - Batı Kiliselerinin Ayrılması sonucu Doğu Roma İmparatorluğu ve İstanbul Patrikanesi (Günümüzde İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi) bünyesinde gelişen Hristiyanlık öğretilerini baz alan Ortodoksluktur. Aşağıda bu kiliselerden yalnız Türkiye'de faaliyette olanları verilmiştir.
Hristiyanlıkta yaşanan Reform hareketleri sonucunda ortaya çıkan Protestan kiliselerinin birçok farklı türü vardır. Bu kilisedeki başlıca akımlar Anglikanizm, Kalvinizm, Lutheryanizm, Pentakostalizm, Baptistler ve Metodizm'dir. Türkiye'deki çatı kuruluşu Protestan Kiliseler Derneği'dir.
Hanefilikten sonra ülkedeki ikinci en yaygın Sünni İslam yorumu ise özellikle ülkenin doğusunda Kürtler arasında yaygın olan Şafiliktir. Şii İslamın bir kolu olan Caferilik ise diğer yaygın bir İslam anlayışıdır. Alevilik bu anlayışın bir alt branşıdır. Arap Alevisi yani Alavi ya da Nusayriler olarak adlandırılan insanlar özellikle ülkenin Hatay vilayetinde bulunurlar. Son olarak İslam dinindeki klasik dallanmanın dışında kalan Tasavvuf (Sufism) anlayışı yine Türkiye'de karşılaşılabilen İslam kökenli inanç çeşitlerindendir. Bu akımın özellikle Mevlevilik ve Aleviler tarafından benimsenen Bektaşilik anlayışları ülkede bilinen türlerdir. Ülkedeki genel İslam'i ibadet mekanı camidir. Mevlevihaneler ve Cemevi gibi başka ibadethanelerde bulunur. Bunlar içinde bazıları Tekke ya da Dergah olarak da adlandırılır.
Türkiye'deki Musevilerin büyük çoğunluğu Yahudilerden oluşur. Bunun dışında Karay Türkleri ülkedeki Yahudi olmayan tek Musevi topluluğudur. Örneğin Karaylar, Türkiye Hahambaşılığını tanımazlar. Yahudiler arasında ise başlıca 3 ekol vardır bunlar sırasıyla ezici çoğunluğu oluşturan Sefaradlar (İspanyol kökenli)ve azınlıktaki Aşkenazi (Avrupa kökenli) ile Romanyot (Bizans kökenli) Yahudilleridir. Ülkedeki Museviler özellikle İstanbul ve İzmir'de yaşarlar.
Kökeni eski Perslere kadar uzanan bu din ateşperestlik olarak da adlandırılır. Ülkedeki en önemli Zerdüşt kesim, Kürt kökenli olan Yezidilerdir.
The legal status of Armenians designed by the Treaty of Lausanne gave them the opportunity to establish their own schools, religious and secular organizations, to teach younger generations the Armenian language, to publish books and newspapers in Armenian, to worship in their churches etc. These regulations helped them to live as a community, to maintain their cultural values, i.e. to prolong Armenian identity.
Oran farther points out that the rights set out for the four categories are stated to be the ‘fundamental law’ of the land, so that no legislation or official action shall conflict or interfere with these stipulations or prevail over them (article 37). [...] According to the Turkish state, only Greek, Armenian and Jewish non-Muslims were granted minority protection by the Lausanne Treaty. [...] Except for non-Muslim populations - that is, Greeks, Jews and Armenians - none of the other minority groups’ language rights have been de jure protected by the legal system in Turkey.
The fact that Turkish constitutional law takes an even more restrictive approach to minority rights than required under the Treaty of Lausanne was recognised by the UN Committee on the Elimination of All Forms of Racial Discrimination (CERD) in its concluding observations on the combined fourth to sixth periodic reports of Turkey. The CERD noted that “the treaty of Lausanne does not explicitly prohibit the recognition of other groups as minorities” and that Turkey should consider recognising the minority status of other groups, such as Kurds. In practice, this means that Turkey grants minority rights to “Greek, Armenian and Jewish minority communities while denying their possible impact for unrecognized minority groups (e.g. Kurds, Alevis, Arabs, Syriacs, Protestants, Roma etc.)”. Thus, the Turkish reservation purports to grant Turkey the freedom to limit a right intended for all persons belonging to ethnic, religious, or linguistic minorities – in other words, a right which “establishes and recognises a right which is conferred on individuals belonging to minority groups” – to just one elevated subset of one category of minorities, namely particular non-Muslims. [...] Nothing in Turkey’s explanation indicates the level of importance that it attaches to the reservation. However, in its combined second and third periodic reports to the UN Committee on the Rights of the Child, Turkey highlights that the state’s “supreme interests” require minority rights to be used “as a sign of respect for ethnic, linguistic and religious diversity” rather than “as a tool for separatism and secessionism”. To that end, Turkey reports that “it is essential that current practices are sustained”. The report indicates that Turkey considers its current practices relating to minority rights essential to the avoidance of separatism and secessionism, and that its current practice is part of its supreme interests.
Today, the largest communities of Circassians, about 5–7 million, live in Turkey, and about 200,000 Circassians live in the Middle Eastern countries (Jordan, Syria, Egypt, and Israel). The 1960s and 1970s witnessed a new wave of migration from diaspora countries to Europe and the United States. It is estimated that there are now more than 100,000 Circassian living in the European Union countries. The community in Kosovo expatriated to Adygea after the war in 1998.